Yaşam ve kadın bilimi olarak JINEOLOJİ – 3. Bölüm

Hits: 80

‘Jineolojiye Giriş’ kitabından

Etik-Estetik-Cinsellik;

Etik-estetik ve cinsellik, jineoloji açısından tekrardan ele alınıp, bir an önce sonuçlar çıkartılıp, yaşamsal kılınması gereken bir alandır.
Kadının toplumdaki mevcut yanılgılı rollerinin üretimini sağlayan toplumsal cinsiyet rolleri, en yoğun ve en bariz bir biçimde bu 3 olgu üzerinden üretilmektedir. Cins olarak kadını, estetik adı altında estetize eden ve bir cins olarak metalaştıran ‘’etik’’lik insana dair olanın çok gerisinde bir konum izlemektedir.

Etiksel boşlukların yarattığı duygu ve düşünce boşlukları özgürlük adı altında ne yöne doğru gideceğini bilmeyen, dolayısıyla savrulması tartışmasız olan birey-toplum dengesi yarattı. İlginçtir ki bu denge içerisinde toplumsallığın başaşağı gidişi birey ve toplum açısından uzlaşılan bir noktadır.

Etik anlamında ne bireyi topluma kurban eden ne de toplumu bireyselliğe indirgeyen bir moment noktasının oluşturulmamış olması, kapitalist modernitenin çokça oynadığı değerlerden biri olarak etiğin, biçimsel anlamda kendi yapısallığını koruduğunun fakat işlevselliğini yavaş yavaş yitirmekte olduğunun göstergesi olmuştur. Etiğin anlam yitimine uğradığı bir toplumda estetikten, güzellikten bahsetmek olanak dahilinde değildir.

Estetiklik, güzellik çokça dışsal algılanmış olsa da bir bütünlüğün ifadesidir aslında. Öz ve biçimin hakikatle buluşmasıdır estetik yada güzellik. Doğal olmak, öze yakın olmaktır. Farklılaşan yaşam biçimleri, özden kopan, dolayısıyla özgürleşme eğiliminden kopan perspektifler estetik algılarda dar farklılaşma yaratmış, estetize olarak doğaliteden kopan yönleri estetik olarak toplum belleğine yerleştirme çabası olmuştur. Kapitalist modernitenin en sabit yöntemi olan ‘ikna ederek biçim verme yöntemi’ tüm topluma, özellikle de kadınlara biçim verme noktasında sınır tanımamıştır. Ayak tırnağından saç teline, vücut ölçülerine her noktası üzerine konuşup tartışılacak ve sonuç olarak biçimlendirilecek meta olarak görülmüştür. Estetik olmak estetik ameliyatlarına ve kozmetik sanayine indirgenerek sadece fiziksel boyutlar tartışma konusu yapılırken öze dair bir estetikliğin tartışması yürütülmemiştir. Bu bağlamda güzellik ve estetik dışsallaştırılarak rakamlara indirgenmiştir.

Desmore, bir ‘’buluşma’’ öncesi makyaj yapma seansını tanımlarken; ‘’arzulanan amaç kişinin kendisinden güzel bir nesne yaratmasıdır. Kozmetik yüz, yalnızca bir nesnedir, bir sanat eseridir, bakılmak içindir, bilmek için değil. Hiç bir kişilik yada irade taşımayan tümel görünüştür’’ der. Ve bilindiği gibi ‘nesne kılma’ kültürler ve farklılıklar arası yaygın bir biçimde kullanılan tahakküm altına alma yöntemidir. Bu biçimiyle kadın bilinciyle değil görüntüsü ile ilgilenen nesne konumundadır.

Kozmetik ve moda aldatmacasında kadın dışsal özellikleri ile ilgilenirken içsel yoğunlaşmalarını geride bırakır. Bu bağlamda kozmetik ve moda kadının aşkınlığa ulaşması noktasında engeldir.
Kadına dönük dışsal biçim verme çabası bu kadar yoğun kent cinselliğe bakış açısı da aynı düzeyde yüzeysel olmaktadır. Salt üremeye ya da salt güzelliğe indirgenen, günlük zevk haline getirilen, estetize edilmiş kadınla birlikteliği amaçlayan (çünkü estetik kadınla geleneksel ölçülerle yaşamaz) bir konuma düşünülmüştür. Güdülerin tatminini amaçlayarak yaşaması açığa çıkan toplumsal üreme boyutunun göz ardı edilmesini de beraberinde getirmiştir. Orantısız nüfus artışının getirdiği yaşamsal güçlükler zihinsel ve fiziksel zorlamalar yaratacağından toplumsal tıkanışlara da yol açacaktır. Üstelik sadece cinsel meta konumuna getirilmiş kadının her doğumda sağlığından, kişisel gelişiminden getirdikleri de göz ardı edilmektedir.

Bu noktada Bilge’nin söylediği şu sözler konuyu daha anlaşılır kılacaktır ; ‘’…özcesi çoğalıma özgü kadınla yaşam felsefesini ciddi bir anlamı yoktur. Sınıflı toplumda miras, güçlü olma gibi olgular doğurgan kadına anlam yüklemiştir ki, bu da baskı ve sömürü ile ilgili bir anlamdır ki, kadın için negatiftir. Yani çok doğuran kadın erken ölen kadındır. Kadınla anlam değeri çok yüksek bir yaşam ya da çok az bir doğumla veya genelde insan türü için nüfus çokluğu sorunu varsa hiç doğurgan olmayan kadınla mümkündür. Çok doğurganlık kendini birey ve toplum olarak entelektüel ve politik güçle geliştiremeyen geri, sömürge halkları için bir öz savunma olarak değer taşıyabilir. Kendine yönelik kırımı soyunu çoğaltarak cevap verme de bir direniş, kendini var kılma yöntemidir. Fakat fazlaca özgür yaşam şansı olmayan toplumların öz savunmasıdır. Anlam düzeyinin bu denli düşük olduğu toplumlar içinde kadınla bu nedenle estetik ve doğruyu esas alan bir yaşam olamaz. Dünya toplumlarının mevcut gerçeği bunu doğrulamaktadır. Kadınla yaşamın beslenme ve korunma işlemlerinde özgün bir yönü yoktur. Beslenme ve korunma her canlı için geçerlidir. Kadın veya erkeksiz yaşamı tartışmanın fazla bir anlamı yoktur. Eşeyli veya eşeysiz tüm yaşamlarda erkeklik-dişilik olgusu vardır. Dolayısıyla sorun eş yaşamın kendisi değil, insan toplumundaki anlamı ile ilgilidir…’’
Cinselliğe dair bir diğer önemli bulgu zevke dönüştürülmüş toplumsal inşa biçimi olmasıyla, eril iktidarını kendisini en güçlü ifade ettiği alan olmasına dönük olmalıdır. Patronlar devlet iktidarı, işçiler patron iktidarı altında iken kendisini ifade alanı yaratabilmek için iktidar olmanın gerektiği bu sistemde her sınıfta var olan kadın da erkeklerin iktidar alanı altındadır. Kamusal alanda kendisine iktidar alanı yaratamamış erkeklerin dahi kendilerini ifade alanı olarak iktidar alanı yaratacak bir aile ve ‘’karı’’ları varken kadına kalan tek şey her sınıfın ezilen metası olmasıdır.

Erkekliğin en başarılı bir biçimde yeniden üretildiği alan cinselliğin kendisi olmaktadır. Çokça ‘’etik’’ bir değer olarak bahsedilen namus olgusunun da bu ilk cinselliği yaşarken iktidar onaylı olup olmaması üzerine kurulu olduğu biliniyor.’’Sahip olma’’, mülkleştirme ve kendisine ait kılma anlamını taşıyacağından ilklik bir fetih değeri taşımaktadır. Dolayısıyla erkekliğe özgü ‘’fatih’’ tavırların çokça geliştiği bir alan olmaktadır. Karşılaştırma kültürü sadece kapsam itibariyle kadınlara dair yaratılmış bir kültür değildir. Özünde bütün değerlerine el koymayı, aidiyet altında olduğunu,’’ehlileştirildiğini’’ hissettirmek için tüm topluma dair geliştirilen bir boyun eğdirme kültürüdür. Nitekim tarihte çokça bahsedilen Roma’da geliştirilen ‘’oğlancılık’’ kültürü de özü itibariyle toplumun baskın gücü olan erkeklerin dahi ‘’ehlileştirilebileceğini’’, bu boyutuyla tüm toplumun kontrol altında tutulduğu mesajını vermektedir. Yaşamsal boyutuyla da biçim verilen toplumların çokça ‘’karılaştırdıkları’’ somutluk kazanan bir gerçek olmuştur.

Freud ‘un; ‘’kadın da olsun, erkek de olsun libidonun düzenli ve meşru olarak eril bir özellik taşıdığı düşüncesi ileri sürülebilir ve onun nesnesi kadın ya da erkek olabilir’’ belirlemesi aslında erkek cinsten de öte, cinselliğin erilliğe ait kılındığının göstergesidir. Cinselliğin salt erilliğe ait kılınması aslında cinselliğin ideolojikleştirildiğinin ve sistemsel inşalarda kullanıldığının göstergesidir. Freud gibi Aristoteles de cinselliğini ve üremeyi erkekliğe mal eder ve der ki ;’’kadın tek başına doğurgan değildir. Esas olan erkektir.Formu erkek verir.Kadın yalnızca maddeyi sağlar.’’Yani kadın doğum konusunda araçsallıktan öte toplumsal bir amaçsallık taşımaz. Araçsal kılınmış nesnelerin ise etiğinden bahsedilmesi, etiğin anlam sahası daha çok anlamsallıkla bütünleşmesi ile ilgilidir. Ve yine Aristoteles der ki; ‘’erkeği dölleyen erkektir, kız çocuğunun dünyaya gelişi erkekteki zayıflıktan kaynaklıdır.’’ Bu boyutuyla da dünyaya zayıflıklar üzerinden gelen kadın, yaşamını zayıflıklar üzerinden devam ettirecektir. Dolayısıyla geliştireceği tavır, ne olursa olsun zayıflığıyla değerlendirilmelidir.

Toplum mühendisleri eliyle biçim verilen yaşantılarımızın her detayı ile; ahlaksal, estetiksel değerleri ile oynayan kapitalist modernitenin ‘’özgürlükçülük’’ maskesiyle çok ciddi bir yozlaşmayı yaşadığı doğasından kopan kadının estetikliğini yitirdiği ve estetize edildiği bir gerçektir. Estetize edilmiş ve kendine göre kılınmış kadınla yaşanacak cinsellikse yaşamın amacı haline getirilmiştir.
Bu bağlamda; kadının tekrardan yarattığı özsel, doğal değerleri ile buluşmasını sağlayacak sağlayarak estetiğini, güzelliğini tekrardan yaratacağı ve bunun toplumda yaratılmasının sağlanacağı, üremeyi bireysel tercih olmaktan çıkartıp toplumsal ve özgürlüksel boyutlarının da tartışılacağı, doğal bir yaşam seyri olan cinselliğin iktidar malzemesi olmaktan çıkartılacağı bir yaşamı yaratabilmek ve buna dair toplumsal araştırmalar yapmak jineoloji kapsamında özgür kadın perspektif ile tekrardan değerlendirilmelidir.

Feminizm;

Fransa Devrimi sonrası hareketlenen feminist akımlar, başlangıç koşulları itibariyle; kadının mevcut toplumsal statüsünü kendisini kamu alanında erkeğe oranla çok düşük bir düzeyde ifade ediyor olmasına karşı çıkmakla başladı.
Bu boyutuyla daha çok oy kullanma hakkı, eşit işe eşit ücret, kamu alanında çalışma hakkı vb. konularında bir hak mücadelesi başladı.1791-92 yılları arasında Fransa ve İngiltere de ‘’erkek hakları’’ (insan hakları) bildirimler bildiriminin hemen ardından ’’kadın hakları’’na dönük bildirimler yayınlandı. Ve bu bir hak talebi olarak mücadele gerekçesine dönüştü. Gelişen süreç ile birlikte kadının esas sorununun; kamusal alandaki haklarının kısıtlılığı ya da eşitlik sorunu olmaktan öteye daha derinlikli bir içeriğe sahip olduğu görüşü ya da toplumsal cinsiyetin oluşumunun biyolojik kaynaklı olmakla birlikte aşılabilir bir durum olduğunu, sorunun aslında zihniyet sorunu olduğunu ve ancak ataerkil kültürün aşılmasıyla bir gelişme yaratılabileceğini öne süren farklı farklı feminist akımlar geliştirildi. Bu boyutuyla kadın mücadelesi bir parçalılığı yaşasa da her bir akım kendi cephesinden mücadelesini devam ettirmiştir.1880’lerde Fransa’da feminist düşünürlerce geliştirilen ve geleneksel epistemolojiye eleştiriler getiren bir feminist epistemoloji oluşturuldu.

Feminist epistemoloji bilgi ve teorinin doğruluk iddiasının geçerliliğinin onun kimin tarafından öne sürüldüğüne bağlı olduğunu iddia eder. Hakikatten kopuk bilginin erkek egemenliğince oluşturulduğunu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiğini iddia eder. Biyolojik öncülüğü ve erkeği toplumda ve yapılarda konumunu destekleyen bir doğallık anlayışını yarattığı için eleştirir.Kadın ve erkek duası tanımlamalarının var olan erkeklik-kadınlık rollerini derinleştirdiğini belirterek eleştirir.

Kuşkusuz feminist epistemoloji yeni bir bilgiyi yaratırken daha objektif, kadınca bir perspektifle bakabilmeyi hedeflemiştir. Ancak pratik yaşama yansıması çok fazla değişim- dönüşüm gücünü yaratamadığının göstergesi olmuştur. Jineoloji ile kısmen benzer bir içeriği taşımaktadır. Amaçsallıkları benzer olsa da yöntemsel farklılıkları içeriksel farklılıklarından daha baskındır. Jineolojinin temel inceleme konularından biri de bu anlamda epistemoloji olmalıdır. Bunu yaparken feminist epistemolojinin yarattığı bilgiler destekleyici nitelikte olabilecektir.

Bir diğer tartışma konusu jineolojinin feminizmle olan ilişkisidir. Jineoloji bir akım değildir, alternatif bir bilimdir. İçeriksel olarak feminizm ile paydaşlıkları vardır. Paydaşlıkları amaçlarında saklıdır. Kadının mevcut konumunu değiştirebilmek, dolayısıyla toplumu değiştirip dönüştürebilmek ortak felsefeleridir. Feminizm ve jineoloji aynı olmasa da; karşılıklı birbirini besleyerek güçlendirecek alan olarak karşımızda durmaktadırlar. Feminist akımlar, kadın konusunda yarattığı değişimlerle jineolojinin konusu olabilmektedir.