Hits: 121
Çiğdem Doğu
İnsanlık aleminde madde ve enerji ikilemi cinsiyet boyutuyla, kadın ve erkek ikilemine denk gelir. Enerji aşkındır, madde içkindir. Yani enerji aşmaya çalışır, akışkandır; madde içerir, katıdır, kalıptır. Bu ikilemde kadın enerjiye, erkek de maddeye denk düşer. Doğanın ve yaşamın kendi iç bütünlüğünde, hakikatinde bunlar birbirini bütünler, üretir, yeniden doğuşların zemini olur. Varlığın, oluşun iki doğal hali, farklılığı, çeşitlenmeyi, yani özgürleşmeyi yaratan zıtlıktır. Diyalektik özünden sapmamışsa, muazzam bir yaratım kaynağı, aşkın, oluşun müjdesidir. Burada sapmama hali elbette ki çok önemli ve stratejik bir hal oluyor.
İşte her şey, bu sapma kavramında gizli. Sapma, doğal olanın yitimi, iç diyalektiğin, bütünlüğün bozulması, farklılığın aynılaştırma faşizminde karşıtlaşmaya dönüşmesi, çeşitliliğin yok edilmesi, böylece özgürleşme zeminlerinin de kurutulmasıdır. Madde ve enerji, erkek ve kadın ikileminden yola çıkarak ifade edersek, maddenin (erkeğin) kendisini yaratan ve yaşam gücü olarak kendinde içkin olan enerjiyi (kadını) hapsetmesi, aynılaştırarak köleleştirmesi; enerjinin (kadının) var oluş kanununa ters düşerek maddeyi (erkeği) aşarak aka- maması, farklılığını, çeşitliliğini koruyamaması ve köleleşmesi oluyor. İnsanlık tarihinin bir dönemecinde açığa çıkan egemen erkek ideolojisi, bahsini ettiğimiz bu diyalektiğe ve hakikat bütünlüğüne, doğal toplumun anacıl-kadıncıl gelişen özgürlükçü karakterine büyük bir darbe indirmiş, doğallık sapmaya uğramıştır.
Aslında anacıl-kadıncıl toplumla yaşayan evrensellikti, doğallıktı. Hakikatin, evrenin, doğanın kendine has bir dili, aklı, duygusu vardır. Bildiğimiz ve bilmediğimiz evrene yön veren bir hakikat yöntemi var. Mevcut aklımız ve hissiyatımız bunu bütünlüğünce, kapsamınca tam olarak göremese de yaşamın, var oluşun, sürekliliğin bir yön alışı söz konusu. Yöntem kavramı, yön vermek fiil kökünden geliyor. Kürtçede rêbaz olarak ifade edilir, rê, yani yol kökeninden geliyor. Yol, yön, kısacası bir iradenin yaşama müdahil olması, kendi ideolojisince sürekli çözümler üretmesi anlamındadır. İşte bu, toplumun ve insanın doğal olduğu dönemlerde evrensel ve doğal yöntemle, hakikat yöntemiyle uyum içindeydi, bu nedenle toplum yaşamı yaratıcı, bereketli, neşeli, özgürlüklü, güzelceydi.
El Ubeyd hanedanlık kültürüyle başlayan ve Sümer Rahip devletiyle birlikte artık bir yaşam sistemi haline gelen erkek egemenlikli sistem, temelde evrenin, doğanın, hakikatin yönte- mini saptırdı. Yaşamın iki temel öğesi olan kadını ve erkeği doğasından çıkartarak, top- lumu, insanı ve yaşamı dengesizleştirdi, özünden saptırdı. Kadın, bir çiçeğin topraktan koparılması gibi kendi toplumsal toprağından, toplumundan koparıldı, erkeğin kölesi haline getirildi. Topraktan kopan solar, çürür, yozlaşır. Kadın toplumsuz, toplum kadınsız ancak solgun, çürümüş, ölü gibi yaşayabilir. Nitekim ataerkil tarihle başlayan sürecin en özet ifadesi de bu olmuştur. Yok olmamış ama varlığının anlamı saptırılmış bir kadın ve toplum gerçekliğidir söz konusu olan.
İşte burada erkek egemenlikçi yöntemi çözümleyebilmek çok önemli olmaktadır. Eğer ki binlerce yılı alan bir sistem inşa edilmişse, bunu yöntemsiz yapabilmek mümkün değildir. Yöntem ideolojidir, zihniyettir, sistemdir. Yöntemle, yeni bir yön, yeni bir yol hedeflenir ve o doğrultuda ideoloji inşa edilir, yaşam sistemi kurulur. Bu nedenle bugün kadın cinsinin (aynı zamanda toplumun) kimliğinin, onurunun yerlerde süründürüldüğü yaşam sistemini çözümleyebilmek ve aşabilmek için, erkek egemen yöntemlerin tarihsel süreç içinde nasıl uygulandığını çözmemiz şarttır. Sistemler yeni yöntemlerle inşa edilir ve yeni yöntemlerle de aşılır. İnsanlığın, kadının ve erkeğin doğasına, hakikatine dönmesi şarttır. Başta da ifade ettiğimiz gibi madde ve enerji ikilemi nasıl ki yaşamı, yaşamları yaratan bir doğallığa sahipse ve bu doğayla oynamak, onu özünden saptırmak nasıl büyük bir tehlikeyi arz ediyorsa, toplum yaşamında da kadın ve erkeğin doğasıyla oynamak, özünden saptırmak o kadar büyük bir tehlikeyi arz ediyor. Çağımızda bu tehlike artık kıyamet sinyalleri veriyor. Bu kıyametin ortasında biz kadınlar ya köhnemiş erkekçi sistemi ve onun yöntemini çözeceğiz, aşacağız ya da kıyametin akışına ortak olarak yok olacağız. Bu nedenle yöntem tartışması çok yaşamsal (ya da ölümcül) bir öneme sahiptir.
Erkek egemenlikçi sistem kendini mitoloji, din, felsefe ve bilim yöntemleriyle inşa etmiştir. Tüm bu yöntemlerde de kadın, sistemin karanlık ormanlarında kaybolmuş, kurtlara yem edilmiştir. Hikayenin sonu hep aynıdır. Yöntemin biçimi tarihsel süreçlere göre değişse de ulaştığı sonuç aynı olmuştur. Farkı, uygulama biçimlerinde, ustalığındadır. Erkek egemen tarihin başlarında sahte mitoloji daha masalsı biçimlerde bu amacı icra ederken, günümüze geldiğimizde bilim daha akılcı, deneysel ve incelikli biçimlerde bu amacı icra etmektedir. Şimdi bu yöntemlere daha yakından bakalım.
Kadının enerjik özelliği toplumsallığından ileri gelir. Toplum bir enerji kaynağıdır ve kadıntoplumun yaratıcı gücüdür anasıdır. Toplum kadınsız, kadın da toplumsuz var olamaz. Bu, var oluşsal bir bütünlüktür. İşte “Güçlü ve Kurnaz Adam”ın tarih boyunca kadın ve tüm ezilenler üzerinde uyguladığı yöntemin ana karakteristik özelliği, kadını kendi var oluş kö- künden, yani toplumundan koparmak olmuştur. El Ubeyd ataerkil kültürünün gelişim çizgisine baktığımızda, kadını yavaş yavaş toplumsal yaratım alanlarından uzaklaştırma ve hanedanlıktan başlayarak özel eve (sonralarda genel ev de buna eklenir) mahkum etme yaşanır. Kadını toplumsallığından ilk koparma hamlesi ya da operasyonu, onu özel eve, tek eşli evliliğe, çok çocukluluğa (özellikle de erkek çocuk) mahkum etmedir. Bu, içinde çok şeyi barındırır. Toplumla genel ilişkilenme kültüründen tutalım da ekonomiden, öz savunmasından, kültürden, dilden, tarihten ve birçok gerçeklikten koparmaya kadar gider. Kadın yalnızlaşır, erkeğin mülkü haline gelir, tecavüz ve şiddet nesnesi olur, koca bir toplumsallığı yaratan enerjisi ve doğurganlığı bedensel doğurganlığa ve cinselliğine sıkıştırılır. Kadın metalaşması dediğimiz, kadın enerjisinin bedeninde, doğurganlığında ve cinselliğinde tüketilmesidir. İşte bu da egemen erkeğin kadın enerjisini yutması, bir madde yığınına dönüştürmesidir. Elbette ki enerji yok olmaz, enerjinin bir korunum yasası vardır, ancak maddeye sıkışmış enerji anlamsal olarak gün be gün tükenir, yozlaşır.
Bu kadın açısından büyük trajediler yaratan öykü, mitolojik yöntemle başlar. Dönemin esas düşünce yöntemi olan mitoloji, Sümer sistemiyle birlikte erkek egemen çıkarlara göre ka- rakter değiştirir. Sümer rahiplerinin elinde önce kadını ve bununla bağlantılı olarak toplumu yeniden kendi egemen çıkarlarına göre şekillendirmenin masallarına, hikayelerine dönüşür. Mitoloji hayatı anlamlandırmanın, kendini tanımlamanın, evreni, doğayı ve insanı çözümlemenin ilk yöntemiydi, hakikate ulaşmaya çalışırdı. Kurnaz adam’ın elinde ise hakikatten, toplumdan ve kadından kopmanın yöntemi haline geldi. Mitolojilerin baş tacı olan güçlü ve güzel tanrıçalar, kurnaz adamın mitolojisinde yavaş yavaş tahtından indirilip erkeğin kulu, kölesi oldular. Yaratanken yaratılan, güçlüyken çaresiz oldular, güzelken en çirkin, bereketli ve cömertken cimri ve kıskanç oldular, iyiliğin sembolüyken fitne, fesat, yalan ve komplonun sembolü oldular. Savaşın ve mücadelenin onurlu temsilcisiyken zavallı itaatkar bir nesne oldular.
Tabii ki erkeğin yarattığı sahte mitolojilerde böyle oldular, yaşam ise bu büyük tanrıça değerlerini, toplumsal değerleri bugüne kadar taşımasını bildi. Zayıflayarak da olsa, baş- kalaşımlara uğrayarak da olsa ama bugüne kadar geldi. Yok edilemeyen enerji, kök hücre dediğimiz var oluşsal karakter bir yerlerde her zaman kendini korumasını ve ilerlemesini bildi. Mücadele verdi, kan döktü, işkenceler gördü, ateşlerde yakıldı, büyük çileler çekti, ama mirasını bir sonrakine mutlaka devretti.
Egemenlerin bize anlattığı gibi tek boyutlu bir tarih yok, tarih ikili ilerliyor. Genel anlamda bir egemenlerin-iktidarların tarihsel akışı olduğu gibi, bir de toplumların tarihsel akışı vardır. Aynı biçimde bir erkek egemen ta- rihsel akış var iken, bir de kadının tarihsel akışı vardır. Bu, üzeri karartılmış tarihsel kadın akışı yaşama bir şekilde yön vermiştir. Demiştik ya kadın enerjiseldir, işte bu enerji en büyük karanlıklar ve zorluklar içinde bile bir akış kanalı kendine bulmuştur. Jineolojî bu akış kanalı olmaya aday bir bilimdir. Jineolojîk bakış açısı ile tarihi değerlen- dirmek elzemdir. Güçlü ve kurnaz adamın yöntemlerini deşifre etme ve kadının kendi hakikatine ulaşmada ön açıcıdır. Elbette bu da kendi başına başka bir yazının konusu olabilir. Burada sadece vurgulamakla yetinelim. Bu yazıyla odaklandığımız boyut, güçlü ve kurnaz adam’ın uyguladığı yöntemler oluyor.
Egemen erkek yöntemleri gerçekten de çok kurnazcadır. Erkek aklı kadın değerlerini çalarak kendi değerleri gibi lanse etmiştir. Mitolojiler bunu çok iyi anlatır. İnanna ve Enki hikayesi, Kurnaz Enki’nin İnanna’nın 104 Me’sini (kadının yarattığı toplumsal değerlerdir) çalması bunun en çarpıcı örneklerindendir. Kadının toplumsal ve bedensel doğurganlığının tanrıçalardan tanrılara geçmesi de çok çarpıcıdır. Bu, tam bir sapma halidir, mitoloji bu sapmayı hakikat olarak gös- termenin adı olmuştur. Zeus’un alnından Athena’yı doğurması, daha sonraları Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması, yaradılış hakikatinin ters yüz edilmesinden başka bir şey değildir. Tiamat çok güçlü ve baş edilemez bir tanrı- çayken, her şeyin bütünlüklü yaratıcısıyken, oğlu Marduk’un eliyle öldürülür, bedeni iki parçaya bölünür, böylece gökyüzü ve yeryüzü oluşur. Yani yaşam, bu mitolojik anlatımda ölü bir kadının ikiye bölünmüş cesediyle oluşturulur. Kadın cinayetlerinin temel içgüdüsünü bundan daha iyi ne anlatabilir ki!
Ve daha bir çok mitolojik öyküde kadın cinsi parçalanır, adım adım erkeğin hizmet- karı haline getirilir, kadın kadına düşman olur, kıskanır, erkek sistemine dahil olan ve dahil eden olur. Mitolojiyle bir yaşam sistemi yaratılır, öykülerle, masallarla, destanlarla kadınlar sistem içileştirilir, sistem dışı kalan ise her türlü zorbalığa maruz kalır. Tüm kadın kutsallıkları, değerleri erkeğe mal edilerek yeni bir sistem inşası gerçekleştirilir. Kutsallığı, toplumsallığı, ekonomisi, öz savunması, dili, kültürü, tarihi gasp edilen kadın, artık tam bir nesnedir, köledir, yokluğun sınırlarında var olmaya çalışır.
Bu öyle bir gerçeklik ki, kadının kendi iç dünyasında da büyük parçalanmaya neden olur. Tarih kadının kendi iç dünyasında da ikili ilerler. Dışından kabul ettiği, kabul etmek zorunda kaldığı, içinden ise tam olarak sindiremediği, kabul edemediği bir realite. İsyanla- rında boğulduğu, parçalandığı bir realite. Aslında tarihin kahraman erkekleri bir de ardındaki ana-kadın gerçekliğiyle araştırılsa, bu realiteye razı olmayan kadınların oğullarında, eşlerinde, yakınlarında nakış nakış ördükleri isyan gerçeği açığa çıkacaktır. Karşıda tam bir erkek sistemi vardır, bu sisteme karşı ancak bir sistem ve yöntem inşa ederek zafer kazanılabilir. Mitoloji döneminde de kadınların şüphesiz isyanı oldu, ancak sistem ve yöntem ustalığı fazla gelişemediği ve yaygınlaşma fırsatını bulamadığı için yenildiler. Kadın açısından birinci cinsel kırılma mitolojik aşamada gerçekleşti. Birinci cinsel kırıl- mayla hafızaya yerleştirilen güçlü ve kurnaz adam’ın hikayeleri oldu.
Kurnaz adam’ın ikinci temel yöntemi ise din yöntemidir. Din, mitolojiden doğmuş olup onu biraz daha aşmış, daha katılaşmış, kural-kanun haline gelmiş halidir. Daha kesin yargılara sa- hiptir. Kadının üzerindeki erkek hakimiyeti, tanrı-allah kanunu olmuştur. Tartışmasız, kesin ve keskin kanunlardır. Tanrının yarattığı ilk kadın olan Lilith gibi buna uymayan, sisteme gelmeyen dışlanır, cezalandırılır, şeytan ilan edilir. İkinci bir kadın denemesi, Havva ile gerçekleşir, Tanrının izniyle ve Adem’in hastalıklı kaburga kemiğinden Havva yaratılır. Erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması yetmiyormuş gibi bir de hastalıklı kemiğinden yaratılır kadın! Yaradılışı bile problemlidir. Yüzde yüz itaat esastır, cennetin tüm nimetlerinden faydalanmak serbest iken elma (bilgi) ağacından meyve koparmak yasaktır. Bilgi, hakikatten pay almaktır çünkü. Havva’nın bilgi ağacına yönelmesi, buna Adem’i de ortak etmesi, Tanrının buyruğuna karşı koymaktır, sisteme bir karşı çıkıştır. Bu nedenle büyük bir öfkeyle cezalandırılır, bu öyle bir cezadır ki kadın ve erkek cennetten dünyaya atılır, dünyada da kadına doğururken büyük acılar çekme cezası verilir. İşte yine kadının kendi doğası kendisine karşı kullanılır, doğal acısı tanrının cezası olarak zihinlere yerleştirilir. Yani her anne doğum acısı çekerken, aslında tanrıya başkaldırmanın büyük bedelini ödemektedir. Hafızalara, zihinlere yerleştirilen tam da bu olmaktadır. “Kadın şeytandır, fesattır, yoldan çıkarandır, tarladır…” Tek tanrılı dinler kadın köleliğini tanrısal yasa hükmüne bağlamıştır. Kadının başı bu biçimiyle korkunç bağlanmış, tüm yolları kapatılmaya çalışılmıştır. Kader denilen gerçeklik, kadının başına böyle bela olmuştur. Kader, tanrının kadın için yazdığı buyruktur, onun dışında en küçük bir adım atamaz, adımı da bırakalım, en küçük farklı bir düşünceye bile sahip ola- maz. Tanrı ne dediyse odur, Tanrının çizdiği yoldan, kader çizgisinden yürüyeceksin, o yol seni nereye götürüyorsa! “Yolun sonu cennet” denilse de, “Cennet anaların ayakları altında” denilse de, iradenin, varlığın, anlamın olmadan cennetin ne anlamı olabilir ki? Dinle birlikte kadın saç telinden ayak parmaklarına kadar, tanrısına ve erkeğine cinselliğinden ev hizmetlerine kadar, nasıl analık edeceğine kadar her şey iğneden ipliğe belirlenir. Bunun dışına çıkma en korkunç işkencelere maruz kalma, recm, ölümdür. Evine zaten kapatılan kadın, bir de kara çarşafların içine kapatılarak hayatı tümden karartılır. Yine saraylarda harem kültürü, cariyelik, çok eşlilik, tüm bunlar erkek iktidarına hak olarak görülür. Yahudilikten, İslamiyetten, Hristiyanlığa kadar tek tanrılı dinlerin yöntemi, kadını tamamen köleliğe mahkum eder.
Tüm bunların yaşamdaki ifadesi kadın açısından korkunç olmuştur. İkinci cinsel kırılmanın başlangıcı olarak ifade ettiğimiz dini yöntem, kadını tanrısal hükümlerle ikna eden, kaderine razı eden bir içsel köleliği yaratmıştır. Tabii ki kadının buna ikna edilmesi süreci de çok kanlı geçmiştir. Tarih kitapları bu kadın katliamlarını yazmaz. Yahudiliğin en büyük savaşı, yaşa- yan ve direnen tanrıça kadın kültürüne karşı olmuştur. Tanrıça inancının bir ibadet sembolü olan tepelik yerlerdeki ağaçlar da bu katliamdan nasibini almıştır. Nerede böyle ağaç varsa hepsi kesilmiş, inancı ve kutsal sembolleri yok edilmiştir. (Aslında bunu da tümden yok edememiştir, hala da köy toplumlarında ziyaret ağaçları vardır. Tanrıdan umduklarını bulamayanlar bu ziyaret ağaçlarına adak adayarak, dilek tutarak tanrıçadan medet ummaktadır.)
İslamiyet’le birlikte Mekke’de bulunan Kabe kutsal Hac yeri ilan edilir, oysa ki Peygamber yıktırmadan önce Kabe’de bulunan üç heykel üç tanrıçanın heykelidir ve kadın inancının merkezidir. Kadın kültüne, inanışına darbe vurarak İslamiyet gelişme zemini, alanı yaratır. Hristiyanlık da bir iktidar dini haline geldikten sonra özellikle Avrupa zemininde hala güçlü ve diri olan tanrıça kültürüne, bilgeliğe büyük savaş açmıştır. Kadının bilgelik iradesini kendi iktidarı açısından en büyük tehdit ve tehlike olarak görüp savaşmıştır. Hristiyanlık, bur- juvazinin yeni piyasaya çıktığı süreçlerde ise burjuvaziyle tam bir ittifak halinde kadın katliamları gerçekleştirmiş, milyonlara varan sayıda kadını cadı diyerek yakmış, katletmiştir. Kısacası din yönteminde kadın sadece maddi olarak değil manevi, ruhsal dünyasında da büyük bir işgale uğramıştır.
Tabii bu kullanılan yöntemleri, biri bitti diğeri başladı biçiminde algılamamak lazım. Süreçlerin temel önde kullanılan yöntemleri vardır, ancak diğerlerini de içinde barındırır. Burada anlatılan başat olan yöntemler oluyor. Örneğin günümüzde bilimcilik en başat, en gözde yöntemdir, ancak bununla birlikte mitoloji, din, felsefe yöntemleri de hala uygulanmaktadır. Bu yöntemlerin de yaşam alanları vardır.
Felsefe yönteminin öne çıktığı süreçler açısından da bu durum geçerlidir. Esasında felsefe Zerdüşt ile başlar, fakat daha çok ahlakla iç içeliği vardır, felsefe açısından bir temel ve dönemeç noktasını ifade eder. Halklar Önderi Abdullah Öcalan bu süreci bir yol ayrımı, çatallaşma süreci olarak değerlendirir. Burada ve genel anlamda Ortadoğu’da yaratılan büyük düşünce değerleri, Batı Anadolu’ya, oradan Yunan yarımadasına kayar. Yunan felsefesi olarak ifade edilen gerçeklik, bir sentezden ibarettir. Yaşamı, doğayı, evreni, insanı, yaradılışı mitolojinin, dinin, olağanüstü güçlerin dışında ele almak, doğayı doğayla, akılla açıklamaya çalışmak elbette ki büyük bir devrimdir. Ancak kadını içine almadığı, kapsamadığı için yarı devrimdir, yarı devrimler de bir nevi karşı devrim haline gelir. Tarihin yazmadığı kadın felsefeciler de vardır şüphesiz, ancak bu değerler reel felsefeye dahil edilmemiştir. Reel felsefe hem Batı ve hem de erkek damgalı gelişmiştir. Doğu da, kadın da inkar edilmiştir. Yarımlık buradadır. Bu nedenle yaşamı anlamlandırması ve aydınlatması gereken felsefe, yaşamın enerji ve anlam merkezi, oluşun öznesi olan kadını dışında tutarak, hatta küçümseyip dışlayarak güçlü ve kurnaz adam’ın elini daha güçlendirmiş, kadını ise daha güçsüzleştirmiştir. Bilgi sevgisi olarak ifade edilen felsefe, bilginin anasını yok sayarak ne kadar gerçeğe, hakikate ulaşabilir ki? Mevcut haliyle gelişen felsefe, kadını sistem içileştirmenin, sistemin kafesine kapatmanın bilime yakın yöntemi olmuştur. Ege’de başlayıp Atina’ya sıçrayan Yunan felsefesi, Thales’ten başlayarak Sokrates, Aristoteles, Platon’a kadar onlarca erkek felsefecinin ürünü olarak gelişmiştir. Ve bu felsefeye hakim olan ise oğlancılık ve karılaştırma olmuştur. Kadının tek bir anlamı vardır, o da çocuk doğurmasıdır.
Aristoteles “Kadın eksik ya da sakat doğmuş erkektir. Erkekle arkadaşlığa uygun değil” diyerek bunu çok çarpıcı ifade etmiştir. Yunan felsefesine dayalı olarak gelişen Atina demokrasisi de kadını po- litika ve demokrasi dışı bırakmıştır. Yunan felsefesi aslında hakikatin bütünlüğünü parçalayan yaklaşımıyla, dogmatizmi bir de felsefik olarak kurumsallaştırmıştır. Dinin tanrı buyruğuyla yaptığını felsefeyle yapmıştır. Yunan felsefesi, hem Batı bilimciliğinin esin kaynağı olmuş, hem de İslamiyeti ve Hristiyanlığı derinden etkilemiştir.
Kısacası felsefede de kadının kaderi değişmemiştir. Felsefeyle birlikte tanrıların iktidarı gökyüzünden indirilmiştir, bu iyi bir noktadır, ancak bu defa iktidar yeryüzündeki erkekte odaklaşmıştır, bu ise kadın için trajedinin daha derinleşmesi olmuştur. Erkek dinde tanrıyla birlikte kutsanırken, felsefede ise bilime, akla yakın ifadelerle kutsanmıştır. Aslında tanrı kutsallığının da yeryüzündeki erkeğe yüklenmesi, daha katı bir erkek iktidarını şekillendirdi. Bunları ifade ederken felsefenin insanlığa kattığı olumlu değerleri elbette ki inkar etmiyoruz, fakat kadını dışlayarak yarım kalan yanlarının nasıl bir realiteye yol açtığını da göstermek istiyoruz. Felsefe bir anlam ve hakikat arayışı ise bunu kadın olmadan yapmak mümkün değildir. Cinsiyetçi bir felsefe gerçeğe yakınlaştırmaz, sadece gerçekleri parçalayarak gerçekten uzaklaştırır. Felsefede gelişen dogmatizmi, cinsiyetçilikten bağımsız açıklamak mümkün değildir. Madde ve ruh karşıtlığı, materyalizm ve idealizm karşıtlığı kesinlikle bu parçalanmanın yarattığı bir çıkmazdır. Maddeyi ruhtan, ruhu maddeden ayrıştırmak, evreni, doğayı, var oluşu, bilgiyi böyle bir ayrışmanın gözünden tanımlamaya çalışmak, akıntıya kürek sallamak gibidir, hakikate ulaştırmaz. İşte erkeği üstünleştirmek kadını aşağılamak, yaşamın bu iki öznesini parçalayarak ele almak, düşünce tarzında da bir parçalanmaya yol açmış, felsefe bu biçimiyle yaşam diyalektiğinden uzaklaşmıştır. Felsefik dogmatizm bu cinsiyetçi zemin üzerinden şekillenmiştir. Nitekim Yunan felsefesi üzerinden yükselen Batı bilimciliğinin çıkmazı da buradadır.
Aydınlanma devrimi denilen bilimsel devrimle birlikte yükselen ve günümüzde de temel bir yöntem haline gelen bilimcilik, kendinden önceki tüm yöntemlerin bir sentezi gibidir. İkinci cinsel kırılmanın son halkası olduğu gibi kadın lehine gelişen üçüncü cinsel kırılma süreci ile eş zamanlı yaşamaktadır. Bilimcilik mitolojik, dinsel, felsefik öğelerin hepsini kendi içinde barındırırken, bunları kendi bilimci yöntemleri içinde ustaca kullanmaktadır. Bilimciliği doğuşundan günümüze kadar kadın düşmanlığı olarak ifade etsek yerindedir. Cinsiyetçilik, bilimcilikle zirveleşmiştir. Bilimin kendisi bir hakikat yöntemidir, bilim bilgeliktir, aydınlıktır. Bilimcilik ise hakikati saptırmanın yöntemi, bilmişlik, gerçeği karartma yöntemidir. Çok sinsi ve tehlikelidir. Güçlü ve kurnaz adam, bilimcilik yöntemi ile gücünde, sinsiliğinde ve komploculuğunda sınır tanımaz bir dozaja ulaşmıştır. Aydınlanmayı bir devrim olarak niteleyebiliriz, insan aklının bilimle, sanatla, edebiyatla, resimle tüm dogmaları parçalayarak hakikate yakınlaşma çabası oldukça anlamlı idi. Ancak talihsizlik, burjuvazinin gelişim dönemine denk gelmesinde, burjuvazinin bilimin bu sihirli gücünü görüp sermayesine zemin yapmasında yaşanmıştır. Burjuvazi bilimin doğal gelişimine müdahale etmiş, bilimi özünden uzaklaştırarak bilimcilik haline getirmiştir. Bu dönem Batı’da korkunç cadı katliamlarına denk gelir. Kadın bilgeliği ile burjuvazinin bilimciliği müthiş bir mücadele yürütür. O dönem neolitiğin bilgeliğini koruyan kadın, toplumsal ahlakın, tanrıça kültürünün taşıyıcısı konumundadır. Kadın bilgeliğiyle, toplumsallığı ve ahlakı diri tutan temel güç konumundadır. Bilgeliğin, ahlakın ve toplumsallığın olduğu yerde burjuvazinin gelişmesi mümkün değildir. Nitekim burjuvazi binlerce yıldır tüccar kimliğiyle hep bir sistem olma hayali kurmuş, ancak özellikle de Ortadoğu’da sistem olmasına izin verilmemiş, günahlarla, yasaklarla hep sınırlandırılmış, bastırılmıştır. Batı’da, İngiltere ve Hollanda zemini üzerinden yakaladığı bu fırsatı iyi değerlendirmiş, bunun üzerinden ilk ve temel icraatını Hristiyanlıkla ittifak içinde milyonlara varan kadın katliamları, cadı avları ve yakmaları ile gerçekleştirmiştir. Çünkü kadın iradesini yok eder ve bastırırsa, toplumun ahlaki gücü düşecek ve burjuvazinin ahlak kabul etmeyen para sistemi yaşama ve gelişme imkanı bulabilecektir. Bu nedenle ilk düşman kadındır, kadının bilgeliğidir. İşte tam bu dönemde bilimin burjuvazinin tuzağına düşmesi, bilimcilik haline gelmesi yaşanmıştır. Bu nedenle gelişen bilimcilik de kadını tam bir nesne, köle, hatta düşman olarak görmüştür. Burjuvazinin tekeline geçen bilim, bilimcilik yöntemiyle sahte bir aydınlık yaratmış, bu sahte aydınlık aslında insanlığın gönül gözünü, ahlak gözünü kör ederek korkunç bir yaşam sistemi inşa etmiştir.
Kapitalizm kesinlikle cinsiyetçilik ve bilimcilik temeli üzerinden inşa edilmiştir. Kapitalizmin altından cinsiyetçiliği ve bilimciliği kaldırın, geriye bir enkaz kalır. Milliyetçilik bu temel üzerinden yükselir. Kapitalizm, bilimcilik, kadını ve hakikati yiyip bitiren, an be an tüketen, yozlaştıran bir sistemdir. Hem de bunu, insanları bilimin katı kesinliğinde ikna ederek, gönüllüce yaptırmaktadır. Usta bir sihirbazdır. Ve tüm bunları yaparken onu dizginleyecek bir ahlaki sınırlama yoktur, bu nedenle kendini her şeye muktedir görür. Kapitalizmde bilimcilik, kadın ve para, en büyük güç kaynağıdır.
Bilimciliğin babalarından olan Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” derken, düşünce- nin varlık açısından önemine vurgu yapmıştır, bir yanıyla doğrudur, ancak var olmanın salt analitik düşünceye dayalı olması büyük tehlikeleri de barındırmaktadır. Varlık aynı zamanda düşüncenin duyguyla, maneviyatla, ahlakla, toplumla bütünlüğüne bağlıdır. İşte tüm bu ana öğelerden koparılmış düşünce, mekanik düşüncenin, bilimci faşizmin önünü açar. Ayrıca da burada yine düşünerek var olma şerefi, erkeklere verilmiştir. Darwin evrim teorisi ile insanlığın düşünce tarzında çok önemli bir değişim yaratmıştır, insanın maymundan geldiği teorisi tanrısal tabuları yıkmıştır. Ama bu evrimsel süreçte nedense kadınlar sezgisel ve duygusal özellikleriyle evrimini tamamlamamış geri, aşağı varlıklar olarak kalmıştır. Evrimini tamamlayan yüce varlıklar yine erkeklerdir! Bacon salt gözleme ve deneye dayanan bilgi anlayışını geliştirerek, kadın ruhunu, bilgeliğini, sezgiselliğini, doğanın, canlıların hissiyatını tamamen dışında bırakmıştır. Bacon’la gelişen bilimcilik tam bir deneycilik, kanıtlanabilir olma, SOMUT olma hastalığı, faşizmidir. Kadının ve doğanın sırlarının işkenceyle de olsa alınabileceğini savunan bir anlayış, faşizmden başka ne olabilir ki? Bu deneycilik şimdi hiç bir ahlaki ilke tanımadan insanlık ve doğa üzerinde korkunç bir biçimde uygulanmaktadır.
Bacon’da da kadın karşıtlığı ileri düzeydedir, cadı avlarına katılmış, cadıların yargılandığı mahkemelerde savcılık yapmıştır. Psikanalizin kurucusu olan Freud, merkez olan kadın bedenini kadın açısından bir kompleks kaynağı olarak değerlendirmiş, kadının erkek olamadığı için kompleksli, kıskanç ve entrikacı olduğunu belirtmiş. Daha yüzlerce örnek verilebilir, bilim dünyasından, sanat dünyasından. Fakat bilimciliğin kök hücresini anlamak açısından bu örnekler bile yeterlidir.
Daha kötü olan ise bu sisteme karşı başkaldıran, bilimsel sosyalizmi savunan ideolojinin, güçlü ve kurnaz adam’ın ideolojisinin etkisinden kendini kurtaramamasıdır. Tarihte komünal mücadele veren güçlerden ve yine ütopik sosyalistlerden farkını bilimsel sosyalizm olarak ortaya koyan Marksizm, ataerkil sistemin yaratmış olduğu kadına bakış açısını kıramamış, ezilen işçi erkeğin ezilişini görüp çıkış ararken, kadının yaşamın her alanında ezilişini, kadın emeğini, ana emeğini görememiştir. Gördüğünü de ideolojik bir düzeyde ifadelendirmeye değer görmemiştir. Kadının genel anlamda ezilmesine ve mücadele etmesine dair vurgular yapılmış, ancak devrimin esasta bu noktadan gerçekleştirilmesine dair hakikat gözden ka- çırılmıştır. Bu anlamda sosyalizmi bilimselleştirdiği iddiasında bulunan Marksizm, kadın cinsinin erkek sistemi tarafından çok yönlü sömürülüşünü tam çözemeyişi nedeniyle eksik kalmıştır. Nitekim Marksizm üzerinden yükselen sosyalist devrimler büyük bedeller ödenerek sistem inşa ederken, toplumun asli öğesini çözememesi ve özgürleştirememesi nedeniyle yıkılmak durumunda kalmışlardır. Çünkü kadının kadın olarak iradesi, bakış açısı, ideolojisi, örgütlülüğü, öz savunması, ekonomisi olmadan bir toplumsal devrimin, sosyalizmin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Toplumun yarısı kimlik olarak yokken hangi toplumsal devrimden bahsedilebilir ki? Bilimcilik sürecinde reel sosyalizm deneyimi de bu anlamda halkların mücadele deneyimi açısından çok büyük değerler yaratmış, büyük bir miras bırakmıştır, ancak yarımlıkların kendini vuran bir silah olduğunu da göstermiştir.
Tekrar kapitalist modernitenin bilimciliğine dönersek; günümüzün toplumsal ahlaki çöküntüsü, doğanın, bitkilerin, hayvanların birer birer yok oluşu, soluduğumuz havanın, suyun her geçen gün kirlenerek tükenişi, kıyamete giden yolu döşeyen taşlar oluyor. Bu çöküntü, kapitalist bilimciliğin kadın ve toplum karşıtlığının ürünüdür. Günümüzde bilim her şeyi anlamaya, çözmeye çalışıyor, anlamadığı tek şey ise yaşamın, kadının, toplumun kendisidir. Deney ve gözleme dayanarak salt analitik akılla insanı, doğayı, evreni anlama çabası, hakikati korkunç parçaladı, mekanikleştirdi, anlamı donuklaştırıp robotlaştırdı. Dogmatizm bilimcilikle en tehlikeli düzeye vardı. Bilimci söylem tanrı buyruğu gibi oldu. Bu yöntemle parçalanmayacak, dokunulmayacak hiçbir değer yoktur, toplumun, kadının, insanlığın kutsalı bırakılmamıştır. Kutsal olan sadece bilimcilik, egemen erkek, onun doğruları ve hizmet ettiği para sistemidir. Bu nedenle bilimcilik yöntemi kadını metaların kraliçesi haline getirdi. Kadın fahişeliğin, ucuz iş- çiliğin, tecavüzün, cinayetlerin, reklamcılığın, sanal aşkların, her türden ahlaksızlığın kraliçesi haline gelmiştir. Gönüllü kölelik, cinsiyetçiliğin son varmış olduğu aşamadır.
Bilimcilik, cinsiyetçilik, milliyetçilik ve dincilik en ustalıklı biçimlerde kullanılarak, kadın, erkek egemen sisteme gönüllüce kölelik yapar duruma getirilmiştir. Kadını evin içinden çıkartıp iş hayatına, okul hayatına, siyaset, sanat vb. alanlara sürerek özgürlük yanılsaması yaratmıştır. Kadın, özgür olduğunu sanarak bu sistemin çarklarını çeviren temel güç olmuştur.
Güçlü ve Kurnaz adamın yöntemsel öyküsü bilimcilikle zirveye ulaşmıştır. Her zirve düşüşün öncesini ifade eder. Ve bu düşüş artık başlamış bir süreçtir. Tarihin ikili ilerleyişi, kadın açısından bir yandan büyük düşüşleri yaratırken, bir yandan da direniş damarını canlı ve diri tutmuştur. Çağımızda bu damar daha fazla anlam gücüyle buluşarak kendi tarihini yazmakta ve kendi kaderini-geleceğini belirlemektedir. Enerjinin kaybolmaz olduğu gerçeği, güçlü ve kurnaz adamın binlerce yıldır tüm zulmüne, ideolojik-politik sistemlerine rağmen kadının kaybolmayan gücünde, iradesinde, mücadelesinde yeniden ispatlanmıştır. Kadın enerjisini metaların kraliçesi olarak tüketmeye ve yozlaştırmaya çalışan kapitalist bilimciliğe karşı, kadının anlam değerlerini yeniden güncelleştirerek özgürleştiren kadın özgürlük mücadelesi, enerjiyi evrene, doğaya, topluma, kadına ve insan olmaya çalışan erkeklere akıtıyor. Bu mücadele, kadının kendi özüyle, toplumsallığıyla, enerjisiyle yeniden buluşarak toplumu ve doğayı özgürleştirme mücadelesidir. Toplum nasıl ki doğal kadın ve erkeklerin bütünlüğünden oluşuyorsa, yöntemler de bu bütünlüğü kapsamalıdır ki bereket, güzellik, neşe ve aşk yeniden bu topraklarda tüm canlılığı ve diriliğiyle yeşersin. Güçlü ve kurnaz adamın yöntemlerini deşifre ederek Güçlü ve Dürüst kadının yöntemlerini yaratmalı, güzel ve özgür bir dünya inşa etmeliyiz. Yöntem sistem ya- ratmanın bir aracı ise biz kadınlar, toplumsal tarih boyunca tüm emek harcayan, tüm bedel ödemiş isimsiz kadınlarımızın, analarımızın, çocuklarımızın anısına yöntemde yoğunlaşmalı ve hakikat sistemimizi örmeliyiz. Nakış nakış bir de yöntemi, bir de sistemi örmeliyiz. Dünyamız, toplumlar ve kadınlar ancak böyle bu güçlü ve kurnaz adamdan kurtulacak ve özgür kuruluşunu inşa edecektir.